Çünkü insan bir günah yaptığı zaman Allah-u Zülcelal ona karşı gazaba gelir. Hatta insan günah yapıp da, Allah-u Zülcelal ona gazaba geldiği zaman, melekler korkudan Arş-ı Alâ' nın kenarlarına kaçarlar. Fakat Allah-u Zülcelal camilere bakıp zikir yapanları, seher vaktinde kalkıp ibadet yapanları ve yalvaranları gördüğü zaman gazabı yavaş yavaş durur ve melekler de eski yerlerine dönerler.
Dünyada dolaşıyoruz, yiyoruz, içiyoruz, önümüze ne gelirse yapıyoruz ama hakikat böyle değildir. Biz Allah-u Zülcelal' e karşı nasıl davranıyorsak, ağaçlar, taşlar, topraklar da bize o şekilde muamele ediyorlar. Hatta kabrimiz de bize öyle muamelede bulunuyor. Eğer biz vaktimizi ibadetle, zikirle, Allah-u Zülcelal' in razı olacağı işlerle geçirirsek, kabrimiz bize der ki:
"Allah senden razı olsun! Ben sana aşığım. Ne zaman yanıma geleceksin? Sen benim yanıma geldiğin zaman, sana hürmet edeceğim." Ama günahlarla meşgul olup, Allah' a âsi geldiğimiz zaman yine o kuru toprak der ki: "Allah seni kahretsin! Ben sana karşı çok gazaplanıyorum. Sen benim yanıma ne zaman geleceksin? Geldiğin zaman senin kemiklerini birbirine geçireceğim."
Onları böyle sakin ve dilsiz olarak görüyoruz ama onlar konuşurlar. Fakat biz seslerini duymuyoruz. Eğer biz Allah-u Zülcelal' e aşık olursak onlarda bize aşık oluyorlar. Fakat biz âsi olursak, onlar da bize buğz ediyorlar. İşte Allah-u Zülcelal' in işleri böyledir. Her ne kadar biz bir şey görmüyorsak da, manevi âlem bu şekilde çarketmektedir.
Ka'bü'l-Ahbar (R.A) şöyle demiştir: "Kim bir gece, kimsenin görmediği bir yerde Allah-u Zülcelal' e ibadet yaparsa, o gece o kişiyi nasıl terkederse, o kişi de aynı şekilde günahlarını terketmiş olur." Yani insan hiç kimsenin görmediği bir yerde bir gece Allah-u Zülcelal' e ibadet ederse, nasıl gecenin içinden çıkıp, sabaha giriyorsa, günahların içinden de o şekilde çıkar.
Allah-u Zülcelal bizleri kendisine ibadet etsinler diye yaratmıştır. Allah-u Zülcelal bizi bu dünyaya kendi rızasını kazanabilmemiz için göndermiştir. Allah-u Zülcelal böyle buyurduğu halde bizim kalbimizde başka şeylerin bulunması çok yanlış bir şeydir. Kalbimizde daima Allah-u Zülcelal' in rızasını kazanmak için bir merak, bir hararet ve yanma bulunmalıdır. Eğer insanın kalbinde Allah-u Zülcelal' in rızasının merakı varsa, gün-gün, saat-saat O' na doğru mutlaka gidecektir.
Malik bin Dinar şöyle demiştir: "Dünyada insanın kalbinde ne kadar dünya merakı varsa, o derece ahiretin merakı onun kalbinden çıkar." Bu söze biraz dikkat etmemiz lazımdır. Biz kalbimizi dünyaya ne kadar verirsek, ahiretin merakı o derece kalbimizden çıkar. Çünkü dünya ile ahiret tamamen birbirine zıttırlar. Bunu zahiri olarakta görebiliriz. Kalpte ahiretin merakı olduğu zaman insan namaz kılar, zikir yapar, hatme yapar, cemaate gelir. Böyle olan bir kimsenin kalbinde Allah-u Zülcelal' in rızasının merakı var demektir. Ama bu ibadetlerin üzerinde gevşek davranıyorsa, adi olan dünyanın muhabbeti, merakı kalbine gelmiş, ahiretin merakı kalbinden çıkmış demektir.
Nasıl insan bir evi terkettiği zaman, birkaç sene sonra o ev harabe haline geliyorsa; insanın kalbi de aynen böyledir. Allah' ın rızasının merakı ondan çıkarsa veya ibadet yapmadığı zaman, zikir yapmadığı zaman, cemaati kaçırdığı zaman, gece namazına kalkmadığı zaman, bir merak bir hüzün onda peydah olmazsa, aynı harabe olan ev gibi kalpte harabeye döner. Üzerimize bir gevşeklik geldiği zaman: "Ben mahvoldum. Cehennem ateşine müstahak olabilirim." diye ateşten kaçar gibi bu halimizden kaçmamız lazımdır. "Ya Rabbi! Ben nefsimden, vücudumdan, hatalarımdan ve amellerimden sıyrıldım. Senin rahmetine sığınıyorum." diye Allah-u Zülcelal'e yalvarmamız lazımdır. O' nun rahmeti olmazsa, insanın ameli onu kurtaramaz.
Allah-u Zülcelal, kullarına öyle büyük bir merhamet kapısı açmıştır ki, bu kapıyı hepimiz bilmemiz lazımdır. Bu kapının kıymetini, dünyada iken bilmeyerek ahirete göç edersek, ahirette biliriz! Fakat o zaman da hiç bir menfaat elde edemeyiz. Bu kapının kıymetini ve değerini bu dünyada mutlaka bilmemiz lazımdır. Çünkü insan ibadetiyle, taatıyla kendisini kurtaramaz. Mutlaka, Allah-u Zülcelal' in affıyla kurtulabilir. Kim olursa olsun, Allah-u Zülcelal affetmez ise, o kimsenin sonu helaktır. Onun için Allah-u Zülcelal' in merhamet kapısına gitmemiz lazımdır. Affolunmak için Allah-u Zülcelal' e çok yalvarmalıyız.
Bu ahir zamanda mü'min kardeşlerimiz, maalesef Allah-u Zülcelal' in bu merhamet kapısından çok gafildirler. "Ben tevbe ediyorum." demekle kalmak doğru değildir. Tevbenin kabul alameti; insanın tevbeden önceki ile sonraki halinin arasında fark olmasıdır. İnsanın tevbeden sonraki halinin mutlaka değişmesi lazımdır. Böyle olunca o kişi gerçek tevbe etmiş olur.
Bizler sanki önümüzde hiçbir şey yokmuş gibi dünya üzerinde geziniyoruz. Fakat, kabir kapısına ayağımızı bastığımız zaman, bu şekilde rahat yaşayamayacağız. Mü'min olarak, günahsız ve Allah-u Zülcelal' in rahmetine layık olarak dünyadan ayrıldığımız zaman, kabrimiz bizi hoş karşılayacaktır. Bildirildiğine göre Useyd bin Abdurrahman şöyle demiştir: "Bana anlatıldığına göre mü'min kul ölünce cenazesini taşıyanlara 'Çabuk olun, beni bir an önce mezarıma ulaştırın.' der. Mezarına konunca da toprak dile gelerek ona şöyle seslenir: 'Ben seni üzerimde yaşarken seviyordum. Şimdi ise seni daha çok seviyorum.' Buna karşılık kafir bir kul önce cenazesini taşıyanlara: 'Aman, beni geri götürün.' diye bağırır. Mezarına konunca da toprak dile gelerek ona şöyle der: 'Ben senden üzerimde yaşarken zaten nefret ederdim. Şimdi ise daha çok nefret ediyorum.'"
Hz. Ömer (R.A), halife olunca ilk işi uzun boylu ve gür sesli bir münadi bulmak olmuştu. Kazancının fazlasını vererek saat başı nerede olursa olsun kendisine gelerek yüksek sesle: "Mağrurlanma Ömer! Ölüm var!" diye bağırması için görevlendirmişti. Bununla da yetinmeyerek belki meşguliyete dalar da halka haksızlık yapar korkusu ile üzerinde: "Ömer! Ölümü unutma!" diye yazan büyük kaşlı bir gümüş yüzük yaptırmıştı.
Şeyh Muhammed Diyauddin akşam hanesine gittiği zaman hep ölümü düşünür, tanıdıklarından ölenleri anar ve: "Falan şu kadar sene yaşadı, filan şu kadar hayat sürdü, şöyle yaptı, böyle yaptı ama nihayet ölüm geldi de göçüp gittiler." diye onbeş yirmi kişiyi anarak onların gidişini göz önüne getirip, ölümü mülahaza ederdi ve kendisine şöyle derdi: "Onlar sıralarını savıp gittiler, şimdi ise sıra bana geldi. Artık sıra bendedir."
Kıyamet gününü hiç unutmamamız lazımdır. Kıyamet günü o kadar korkunç ve dehşetli bir gündür ki; o gün insanlar dimdik, Allah-u Zülcelal' in rahmetine bakarlar, lakin orada hiç bir fayda yoktur.
Ama bugün böyle Allah' ın rahmetine bakarsak, orada nice menfaatler vardır. Daha o korkunç güne girmeden önce Allah-u Zülcelal' in rahmetine gözlerimizi dikersek, o zaman Allah-u Zülcelal bizlere merhamet edecektir.
Allah-u Zülcelal kendi fazlı ve keremi ile bizlere muamele etsin ve hepimize razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin ...
Hiç yorum yok: